Saturday, April 30, 2005

Rope Ends

Another day of emptiness, this life is wearing him down...

Friday, April 29, 2005

Don't Phunk With My Heart

MTV'nin özellikle son 2 senedir pompaladığı rap kültüründen aklı başında her insan gibi haz etmediğimi biliyorsunuz sanırım. Tamam müziktir, zevktir ona lafım yok ama bu adamlarınkiler kadar seviyesiz klipler yoktur yeryüzünde. Ezelden beri rapçiler kliplerinde seksi zenci hatun oynatırlardı ama artık eşeğin bir tarafına su kaçırdılar. Klipten ve müzikten çok yapılan seksi danslar, bikinili, hemşire kıyafetli(full fetiş) ve P.I.M.P.'in sansürsüz klibinde olduğu gibi üstsüz ablalarımız gözümüze sokuluyor. Şimdi "bunun çocuklarımıza toplum ahlakımıza zararları bidi bidi" gibi laflar etmeyeceğim çünkü sıkıldım. Sadece hiç sevmiyorum...o kadar.

Halbuki Black Eyed Peas öyle mi??? Onlar da hip-hop yapıyor ama klipleri renkli, komik, eğlenceli vs. vs. Şarkıları da öyle. Biraz önce son kliplerini izledim...Don't Phunk With My Heart. Şarkı da güzel, klip de. Üstelik Fergie'nin doğal seksapeli dışında da "zenci hatun" elementini minimum seviyede kullanmayı başarmışlar.

Bu arada hastasıyım Fergie'nin, yok böyle tatlı bir hatun.

"Let's get retarded now, let's get retarted in here"

Minik Kuş

“Anneeee...hadi ama, çok uykum geldi.”

“Aşkım dişlerimi fırçalayayım geliyorum hemen.”

Yüzünü buruşturdu, dudaklarını büktü Deniz, annesinin onu göremeyeceğini bilmesine rağmen. Tatmin olmamıştı cevaptan.

“Çabuk oool!”

Beklemek istemiyordu daha fazla. Zaten bütün günü bu törensel anı beklemekle geçiyordu. Her gece tekrarladıkları ayini. Annesinin kucağına yatıp onun sihirli sesinden masal dinlediği dakikalar için yaşıyordu sadece sanki. Ya da sadece o dakikalarda yaşıyordu aslında. O ayindeki huzuru, annesinin kucağındaki hafifliği, masalların içinde kaybolmanın verdiği çocuksu mutluluğu başka hiçbir yerde bulamıyordu. Ne arkadaşlarıyla oynarken, ne televizyonda en sevdiği çizgi filmi izlerken, ne de kendisinden 13 yaş büyük olan ve her gördüğünde göğsünde anlam veremediği bir hareketlenme hissetiği komşuları, Aylin Ablası ona ve sadece ona şarkı söylerken olamıyordu o kadar mutlu.

Ve olamayacaktı da ömrünün geri kalanında...hiçbir kadının kucağında o kadar hafifleşemeyecekti bir daha.

Deniz’in sesindeki şımarık dokunuşu hissetmişti annesi. Dudaklarının burukluğunu, yüzünün ekşiliğini canlandırabiliyordu gözünde. Hoşuna da gitmemiş değildi bu şımarıklık çünkü biliyordu ki insan sadece sevdikleri ve sevgisine karşılık bekledikleri karşısında şımarırdı...tüm masumluğuyla.

Banyodan çıkar çıkmaz Deniz’in odasına girdi. Sırtını kapıya donmüş yatıyordu yatağında. En sevdiği oyuncağına sarılmıştı sımsıkı. Geçen sene doğum gününde Aylin Ablası’nın aldığı hediye. Bir dalmaçyalı. Piti. Sırf Aylin Ablası’nın hediyesi olduğu için çok sevmişti onu. Diğer oyuncaklardan ayrı bir yeri vardı Piti’nin. Hem oyuncak dolabında, hem kalbinde. Ne eve gelen misafir çocuklarına, ne de arkadaşlarına asla göstermezdi onu. Çıkarmazdı gizli yerinden. Paylaşmazdı hiçkimseyle. Paylaşamazdı...seviyordu onu çünkü.

Usulca sokuldu yatağa. Boylu boyunca uzandı Deniz’in hemen arkasına. Ayinin kuralları gereği Deniz’in dönüp annesinin kucağına bırakması gerekiyordu kendisini şimdi. Birkaç saniye sessizce bekledi öyle. Deniz’de en ufak bir kıpırdama yoktu.

“Sinirlenmiş bizimki” diye geçirdi içinden.

“Noldu Piti sen söyle? Kızmış mı yoksa benim ufak kaplumbağa...”

Daha cümlesini bitiremeden, Deniz kavradığı Piti’yi bırakıp annesinin kucağına attı kendisini. Sarıldı sımsıkı, başını omuzlarına koydu. Dili olsa “Ben sana nasıl kızabilirim ki canım anneciğim?” diyecek bir kucaklamaydı Denizinki. Gerçekten ne o an, ne de daha sonra annesine kızamayacaktı. Hayatı boyunca hiçkimseye kızamayacağı gibi...kendisinden başka.

“Neyse al bakalım Piti’yi kucağına da başlayalım. Masallar bekletilmeye gelmez bilirsin, tüm buğuları yok olur sonra.”

Biraz önce annesine sarılmak için yatağın köşesine terk ettiği Piti’yi tekrar sımsıkı kavrayıp bıraktı kendisini annesinin güven veren göğsüne Deniz. İşte tam orada duruyordu hayatı boyunca bir daha asla bulamayacağı sıcaklık.

Annesi de sağ koluyla sarıldı Deniz’e. Göğsüne yaslanmış olan nefesi dinledi bir süre. Sonra başını biraz eğdi, karanlık bir ormanı anımsatan saçların arasında nefesini çekti. Burnunda değil taa kalbinde hissediyordu annelerin en sevdiği kokuyu; ufak yavrusunun kokusunu.

Ve başladı anlatmaya...

“Bir varmış bir yokmuş...”

Bu cümlenin tam olarak ne anlama geldiğini kavrayamıyordu Deniz bir türlü. Ve bu cümleyi en sevdiği varlığın dudaklarından dökülürken duyabilmiş olmanın ayrıcalığının da seneler sonra farkına varacaktı. Ama anlamasa da çok seviyordu bu cümleyi; takip edecek olan masalın müjdeleyicisiydi çünkü her daim.

“Gürcan adında, sevimli, hoşgörülü, kötülük nedir bilmeyen saf bir genç varmış. Çok iyi kalpli bir insanmış Gürcan. Hiçkimseyi kırmaz, hiçkimseye bağırmaz, hiçkimseyle kavga etmezmiş. Herhangi bir varlığa en ufak bir zarar vermekten kaçınır, istemeden yaptığı hatalar için defalarca ama defalarca özür diler, yine de tatmin olmaz “Neden daha dikkatli olmadın, neden böyle yaptın?” diye kendisine kızarmış.

Kendisi melek gibiymiş Gürcan’ın ama ülkesindeki diğer insanlara güvenemezmiş bir türlü. Onların da kendisi gibi olabileceklerine inanmazmış, inanamazmış. İnanamazmış çünkü melek sandıkları hep gün gelmiş şeytan rolünü oynamışlar ona karşı. Tek bir sözcükle hayallerini kırmışlar en beklenmedik anda. “Neden hiçkimse benim gibi değil? Neden devamlı beni kırıyor sevdiklerim? Haketmiyor muyum ben de sevilmeyi?” diye üzülür dururmuş. Korkar olmuş diğer insanlardan kırıldıkça...hırslarından, arzularından. Kaçar olmuş bu yüzden ülkesinde yaşayanlardan. Yaklaşmıyormuş kimseye, kimseyi de yaklaştırmıyormuş yanına. Aklınca koruyormuş kendini böylece insanların günahlarından. Kovabilseymiş keşke tüm korkularını ama çıkartamamış at gözlüklerini bir türlü.

Derken günün birinde minik bir kuş gelivermiş Gürcan’ın penceresinin önüne. Ufak tefekmiş ama cennete yakışır bir güzellikteymiş. Hem ufak kuşlar daha şirin olurmuş zaten. Bembeyaz tüyleri varmış minik kuşun; lekesiz. Kırmızıymış gagası. Gözleri ise deniz gibiymiş adeta...derin, yosunsu.

Çok beğenmiş bu minik kuşu Gürcan. Hemen konuşmaya başlamış minik kuşla. Sesi de çok güzelmiş minik kuşun. Yaz yağmuru gibi. Konuştukça sevmişler birbirlerini..Her gün uğrar olmuş artık minik kuş Gürcan’ın penceresine. Saatlerini geçiriyormuş orada büyük bir zevkle. Gülüyorlar, eğleniyorlarmış bol bol. Gürcan da bazen saatlerce bekliyormuş pencerede...”minik kuş gelse de konuşsak” diye. Üzülürmüş gelmeyince. Korkarmış biraz da, “başına birşey mi geldi acaba, hain avcının biri mi vurdu onu?” diye. Ama ertesi gün minik kuş çıkagelince buhar olup uçuverirmiş tüm korkuları. Umuda bırakarak yerlerini.

Gel zaman git zaman, ilk başlarda sadece pencerenin önünde hayat bulan muhabbetleri daha sıcak bir ev bulmuş kendisine...Gürcan’ın elleri. Ellerine alırmış Gürcan minik kuşu. Minik kuş da çok memnun olurmuş buna. “Yeni bir yuva buldum” diye sevinirmiş. Dans edermiş kimi zaman o ellerin üstünde, kimi zaman da şarkı söylermiş...sadece Gürcan’a.

Gürcan’ın minik kuşa bağlılığı her geçen gün daha da artmış. Sevmeye, hiçkimseyi daha önce sevmediği kadar sevmeye başlamış onu. Ama bir türlü avuçlarını kapayıp ellerinin üzerinde dans eden o minik kuşu saramamış sımsıkı; “Benim kuşum ol artık” diyememiş. Ruhunun derinliklerinden uzanan dikenli bir kol yakalayıvermiş sözcükleri tam dudaklarından çıkıp akacakken. Korkmuş Gürcan. Sımsıkı avuçlayınca zarar vermekten korkmuş minik kuşuna. “Sıkarsam onu, zarar verirsem uçup gider, kaçar benden” diye korkmuş...Bir kez daha kırılmaktan korkmuş.

Oysa ki biraz cesur davranabilse herşey istediği gibi olacakmış...minik kuş da istiyormuş Gürcan’ın onu sımsıkı sarmasını...ilk günden beri.

Savaşmış haftalarca içindeki karanlık kolla Gürcan. Mağlup etmesi gerekiyormuş onu kesinlikle. Başarmalıymış bunu. Başarabilecek gücü varmış çünkü, biliyormuş. Çetin bir savaş olmuş ikisinin arasındaki. Dikenler yırtmış dört bir tarafını Gürcan’ın, boğazına yapışmış bazen o kömürümsü kol, nefessiz bırakmış Gürcan’ı. Ama yıkamamış Gürcan’ın kalbini. Silememiş oradaki sevgiyi. Yenilmiş. Ve gömülmüş hakettiği yere, derin bir çukura. Ölü toprakla örtmüş Gürcan üstünü.

Sonra geçmiş minik kuşunun karşısına Gürcan. Ve nihayet söyleyebilmiş aylar önce söylemesi gereken o iki masalsı kelimeyi. Kalbinin bir parçasına veda etmek pahasına da olsa.

“Seni Seviyorum”

Derin bir sessizlik olmuş...çıt çıkmamış bir süre. Çıkmasına da gerek yokmuş aslında. Minik kuşun tek yapması gereken gözlerini kapatıp Gürcan’ı öpmekmiş.

Ya da Gürcan böyle hayal etmiş sadece.

Islak gözlerle bakmış minik kuş Gürcan’a, “artık çok geç” dercesine. Ve kanatlanıp gitmiş.

Boş avuçlarıyla bakakalmış Gürcan arkasından. Buymuş tek yapabildiği. Bakmak ve avuçlarını yalamak...bir kez daha.

Minik kuş daha seyrek uğrar olmuş artık Gürcan’ın penceresine o günden sonra. Uğradığında da kısa tutuyormuş ziyaretlerini. Eskisi gibi saatlerce kalmıyormuş Gürcan’ın elinde. Ne dans ediyormuş, ne de şarkı söylüyormuş.

Bir süre sonra da artık hiç uğramaz olmuş. Sıkılmış artık Gürcan’dan, kaçar olmuş O’ndan. Yeni heyecanlar peşindeymiş. Yeni pencereler, yeni evler, yeni eller. Her gece uçuyormuş aslında Gürcan’ın evinin önünden ama uğramıyormuş bilerek. Gecenin karanlığında saklanıyormuş; “Göremez beni nasıl olsa” diyormuş. Fakat bilmiyormuş karanlık perdelerin ardında bir çift gözün onu takip ettiğini...daima. Bilmiyormuş saklanırken asıl sobelenenin kendisi olduğunu.

Üzülmüş Gürcan tüm bu olanlara. Minik kuşunun onu bu kadar kolay terkedebilmesine, onu bu kadar kolay yok saymasına. Ve ondan saklanmasına üzülmüş en çok... Üzmüş onu minik kuş. Çok üzmüş. Ama yine de minik kuşa değil kendisine kızmış. Kendisinde aramış hatayı ve bulmuş. Vurmuş kafasını duvarlara, affedememiş kendisini yaptığı hata için bir türlü...boğuşmuş günlerce içindeki pişmanlıkla, söküp atmak istemiş minik kuşuna söyleyemediği kalbindeki tüm kelimeleri bir darbede, biraz daha rahatlayabilmek için. Ama yapmamış bunu. Biliyormuş çünkü O’nu Gürcan yapan şeylerin o kelimeler oldugunu. Onları söküp atmanın kendisini ve sevgisini inkar etmek oldugunu. Minik kuşun bir daha asla geri gelmeyeceğini de biliyormuş ama yine de söküp atmamış o söylenmemiş yüzlerce tatlı kelimeyi. Onunla kalsınlar istemiş ebediyete kadar.

Yıllar sonra görmüş Gürcan minik kuşu. Yolda, kibirli bir adamın taşıdığı kafesin içinde. Gözgöze gelmişler. Yosun gözlerinde aynı o günkü ıslak bakış varmış minik kuşun. Başını öne eğmiş, bakamamış Gürcan’a minik kuşu vicdan rahatlığıyla. İşte asıl o zaman yıkılmış Gürcan üzüntüden. Ama kendisi için değil, minik kuşu içinmiş bu seferki üzüntüsü.

Masalın ortasında uyuyuvermiş Deniz çoktan. Farketmiş aslında annesi bunu ama yarım bırakmak istememiş masalı. Tamamlayıvermiş sonuna kadar. Kendisi için...

Masalı bitirdikten sonra tedirgin hareketlerle kalktı yataktan yavrusunu uyandırmamak için. Üstünü örttü Deniz’in. Son bir öpücük kondurdu pamuk yanaklarına. Daha sonra kulağına eğildi. Yanağındaki tek damlayı eliyle sildikten sonra fısıldadı:

“Eğer senin de çok sevdiğin bir minik kuşun olursa bir gün, onu tüm gücünle avuçla...sımsıkı...ve asla bırakma.”

Uzanıp kapattı yatağın hemen yanındaki dingin gece lambasını. Çıktı odadan. Saate baktı. 23.12. Telefona yöneldi halen daha ortalarda olmayan kocasını aramak için. Vazgeçti sonra. Hiç de umursamadığını farketti o lanet herifin hangi kadınla ne işler çevirdiğini. Değmezdi. Kendi odasına yöneldi. İçindeki iki kişilik yatağın yarısının asla dolmadığı yatak odasına. Dolabı açtı. En alt çekmecenin deinliklerinden hiç kimsenin varlığından haberdar dahi olmadığı günlüğünü çıkarttı. 18 yaşına bastığı gün oğluna hediye edeceği günlüğünü. Ve yazmaya başladı...

“28 Nisan 2021...Bugün O'nu gördüm...Tam 16 yıl sonra...”

Thursday, April 28, 2005

Tembelim, var mı?

2 sene önceki halime dönmüş durumdayım. Derslere olan alerjim yine azdı bu aralar. Tek kelime çalışamıyorum!!! Halbuki daha geçen dönem ne kadar azimliydim. "Bu tempoyla gidersem 2006 Ocak'ında mezun olurum" diye seviniyordum. Sonra noldu? Hedeflediğim tarihte mezun olabilmem için katiyen bu dönem vermem gereken dersin sınavına devamsızlığım yüzünden alınmadım! "Neyse" dedik, "o dersten kurtulduk en azından diğer derslere daha fazla vakit ayırırım"...tabi ki her zamanki gibi evdeki hesap çarşıya uymadı. Sözde bu 1 haftalık tatilde ders çalışacaktım ki tatil dönüşü sınavlarda rahat olayım. Ama tatil başladığından beri bugüne kadar ne yaptım? KOCA BİR HİÇÇÇÇÇ!!!!! Ne yapıp edip tatil sonrası tekrar inek moduna girebilmem lazım. Offff çok sıkıcı.

Tuesday, April 26, 2005

Eşkenar Üçgen

Herşey bir arkadaşının tavsiyesiyle başladı.

“Abi bi dinle, süper grup pişman olmazsın vallaha.”

Oldukça muhafazakar bir müzik dinleyicisi olduğu rahatlıkla iddia edilebilirdi. Dinlediği gruplar, sevdiği tarzlar hemen hemen kalıplaşmış gibiydi. Arada bu sert kalıbın çatlaklarından sızan 1-2 değişik isim de olmuyor değildi ama genele vurulduğunda önemsenmeyecek kadar ufak bir rakamdı bu. Muhafazakar olduğundan gerek, bu tarz önerileri çok dikkate almazdı, ama karşısındaki müzik zevkine güvendiği biri olduğu için bu gruba bir şans vermeye karar verdi. Üstelik grubun kalitesi hakkında tek olumlu kelimeler sarfeden arkadaşı da değildi. Bu grubun yakında birçokları tarafından duyulup çok sevileceğine dair iddialar yükseliyordu her dinleyenden. Popüler olan her nesneye bir önyargıyla yaklaşır, bazılarını sırf popüler oldukları için hayatından dışlardı. O yüzden bu iddialar “patlama yapıp birkaç ay sonra unutulacak bir grup daha” düşüncesini oluşturmamış da değildi kafasında...ama...

Denemek istediği her yeni grup gibi bu grubun da önce bir yerlerden kopya CD’sini edinecek, kısa bir deneme süreci sonunda da kararını verip ya CD’yi evin derinliklerine bir yere fırlatacak, ya da grubu “takip edilesi gruplar” listesine ekleyecekti.

Aralık ayının soğuk günlerinin birinde, ender ziyaret ettiği okulundan tembel adımlarla eve dönerken yolunun üzerindeki müzik markete uğradı. İstenen CD hazırda yoksa 1 gün sonrasına kalırdı iş ama o gün çok fazla yüzyüze görüşme fırsatı bulamadığı şans onunla takılmaya karar vermişti. Aradığı CD hazırda vardı ve hemen kendisine sunuldu. Renkli fotokopiyle çoğaltılmış CD kapağı pek bir soluk ve karmaşıktı. Grubun ismi zar zor seçilebiliyordu, kapağın ortasında birbirine dolanmış ve örümcek ağlarıyla sarmalanmış gibi duran iki insan silueti ise çözülmesi imkansız bir bilmeceye benziyordu. Kapağı açtı. CD’nin üstünde ne grubun ismi ne de albümün adı yazıyordu. “İnşallah yanlış CD koymamışlardır.” diye geçirdi içinden. Üstünde herhangi bir belirti olmayan kopya CD’lere hep şüpheyle yaklaşırdı; “acaba istediğimi değil de başka birşey mi verdiler bana?” diye. Paranoyak gölgesi bir an olsun yalnız bırakmıyordu onu. Bu dolambaçlı düşünceleri bir kenara bırakıp, hayatını değiştirmesi düşünülemeyecek kadar gösterişsiz duran CD’yi çantasına attı.

Hoşlandığı gruplardan daha farklı bir düzeyde durduğunu ilk dinleyişte anladı bu yeni grubun. Farklı bir stil, farklı bir kompozisyon, farklı bir ses. Tam da bu farkın gün gelip o gruba sımsıkı bağlanmasını sağlayacağından habersiz keşfetmeye başladı CD’yi. İlk notadan itibaren sizi avucuna alan, “İşte tam aradığım bu” dedirten bir yanı yoktu albümün. Vokalistin başarısından başka dikkatini çeken birşey bulamamıştı CD’nin yarısını dinlemeyi tamamladığında. “Amaaan sen bildiğinden şaşma” diye kendini telkin edip CD’yi kapattıktan sonra, içinde saatlerce kayıp vaziyette dolaşmaktan büyük bir haz aldığı MP3 arşivinin yolunu tuttu. Fakat CD henüz tozlu bir köşeye fırlatılmamıştı.

Birkaç seans sonunda albümle ilgili daha sağlıklı bir görüntü oluşmuştu kafasında. Tahmin ettiği gibi içine girmesi zor bir eserdi bu. Tahmin ediyordu çünkü bu müzik türünün en ayırt edici özelliği buydu. Sabır isteyen, kavranılması ve tadına varılması çok basit olmayan bir türdü. Sırf bu yüzden de “sıkı” dinleyiciler tarafından “entel dantel müziği” olarak adlandırılırdı zaten.

Hiçbir şey için kendini zorlamayacak kadar ölü bir dönemine denk gelmişti, giriş izni vermek için kendisini oldukça uğraştıran bu albüm. Resimlerde ilk bakışta asla görülmeyen, ancak dikkatlice incelendiğinde insanın gözüne çarpan ve o resmi o resim yapan detayların varolması gibi bu albüm de ilk birkaç dinleyişte herhangi bir iz bırakmamıştı kulağında. Fakat ruhu o ilk bakışta görülmeyen detayları yakalamaya başlamıştı çoktan. Müzikal olarak pek zevk vermeseler de, duyduğu melodiler o dönemde azgın dalgalarla boğuşmakta olan ruhunu bir dalgakıran gibi korumaya alıyordu. İlk dinleyişte de anladığı gibi farklıydı bu CD, bu grup...farkın ne olduğunu ise yeni yeni çözüyordu. O güne kadar dinledikleri sadece kulağına hitap ediyordu. Bu grubu dinleyince ise yenilenmiş ve arınmış hissediyordu kendini. Bu yüzden müzik çok hoşuna gitmese de albümü sık sık dinler oldu. Her dinleyişte biraz daha onun bir parçası oluyordu CD. Ya da o her dinleyişte biraz daha CD’nin bir parçası haline geliyordu. Her şarkısında, her melodisinde, her kelimesinde kendini görüyor, kendini dinliyordu adeta. Müzikten çok bir terapi seansı gibiydi o CD ile başbaşa geçirdiği dakikalar. Tam da ihtiyacı olan şey.

Zamanla diğer albümlerini edindi o grubun. Tamamladı hepsini. Zaten topu topu 4 albümlük bir gruptu. Her yeni albümle daha da bağlandı gruba. Anlatmak isteyip hayat veremediği tüm duyguları, tüm düşünceleri ordaydı. Oldukça tedirgin başlayan yolculuğun sonunda o grubun die-hard* bir hayranı olmuştu artık. İyi ki arkadaşının tavsiyesini kulak ardı etmemişti.

Sonra bir gece O çıkageldi. Karşı konulamaz bir rüzgar gibi. Sizi üşüten, sarsan, biraz da sersemleten bir rüzgar. O da aynı grubu seviyordu, sevmekten de öte tapıyordu. Hoşuna gitmişti bu tesadüf. Tabii zamanla bunun sıradan bir tesadüf olmadığını, ikisinin de kişilikleri dolayısıyla kendilerine çizdikleri yolların önce o grupla daha sonra da birbirleriyle kesiştiğini mutlulukla keşfedecekti ama o an için tesadüften öte bir anlam taşımıyordu aynı gruba hayran olmaları.

Gün geçtikçe şiddetlendi karşıdan esen rüzgar. Fakat korkmuyordu ne rüzgardan, ne şiddetten. Çünkü görmüştü; rüzgarın sesi onunkine çok benziyordu. Yazdıkları, söyledikleri, kulağına fısıldadıkları...O’nunla konuşurken düşüncelerini, duygularını, hayallerini tüm çıplaklığıyla bir bir anlatan bir aynanın karşısında hissediyordu kendisini. İlk başta korkmuştu aslında, ruhunda beslediği tüm gizemleri bilen biriyle karşılaşmış olmaktan. Duygularını, hayallerini, zevklerini bildiği gibi kişiliğinin zayıf tuğlalarını da biliyor olmalıydı O. Tüm soruları çözülmüş bir bulmaca gibi hissediyordu kendisini O’nun karşısında. Pek güvende hissetmiyordu bu yüzden. Her an tuğlaları yıkacak bir hamle gelebilirdi karşı taraftan. Ama sonra farketti ki kendi elinde de aynı silah vardı. Ve ikisi de bu silahı tuğlaları yıkmak için değil tam tersine daha da sağlamlaştırmak için kullanıyorlardı.

Çok kısa sürede inanılmayacak derecede yol kat etmişti ilişkileri. Telefonda 2 dakikadan fazla konuştuğunda karnına ağrılar giren, kasılan biriyken onunla saatlerce konuşabiliyordu...hem de her gün. Yetmiyor, sabahlara kadar mesajlaşıyorlardı internette. Ve her mesajda biraz daha sarılıyorlardı birbirlerine.

Muhabbetlerini en güzel anları da o grupla ilgili konuştuklarıydı. Albümler, şarkılar, yorumlar, resimler, klipler, röportajlar. Bitmek bilmeyen bir okyanustu ellerindeki hazine. Ve dilekleri...şansın yüzlerine gülmediği iki insan olarak gerçekleşeceğine çok da inanmadıkları dilekleri...”Ne olur gelsinler, ne olur konser vermeye gelsinler Türkiye’ye!!”.


Artık bir üçgen oluşturmuştu kafasında. Bir köşesinde O, bir köşesinde kendisi, bir köşesinde de o grup vardı bu üçgenin. Mükemmel bir üçgen. Hayatı bu üçgendi artık. O üçgenin dışındaki hiçbir noktanın zerre kadar önemi kalmamıştı gözünde. Tüm hayatını o üçgenin içine sığdırmaya başlamıştı. 5 dakika sonrasını...yarını...haftasonunu...10 yıl sonrasını....50 yıl sonrasını...ölümünü...ve tabii hayatıyla birlikte tüm hayallerini de. Üçgenin alanı (taban*yükseklik)/2 idi ama o bu alana tüm sonsuzluğuyla herşeyini sığdırmayı başarıyordu. Çok sevdiği iki varlığa aynı yakınlıkta bulunmasını sağlıyordu bu üçgen. Çok seviyordu o yüzden bu üçgeni.

Tüm bu yoğunluğun içerisinde aylak aylak otururken, bir gün inanılmaz bir haber okudu bilgisayarın başında. Geliyordu o grup Türkiye’ye. Defalarca okudu haberi baştan sona. Nihayet duaları kabul mu oluyordu yoksa? Evet evet, doğruydu gördükleri. Daha 6 ay vardı konsere ama...geliyorlardı.

Hemen telefona sarıldı. Bu müjdeli haberi vermeliydi O’na derhal. Ama hatırladı, O trendeydi şu an ve muhtemelen o gürültü içerisinde çok tatminkar olmayacaktı telefonda konuşmaları. Oysa bu haberi mümkün olan en büyülü koşullarda iletmeliydi O’na. Vazgeçti aramaktan. Mesaj attı.

“Trenden iner inmez ara beni. 1 dakika bile bekleme. Süper bir haberim var.”

Hemen aradı O.

“Noldu neymiş bu haber?”

Tahmin ettiği gibi gürültü çoktu ve sesi net gelmiyordu karşı taraftan.

“Ya sonra söylerim şimdi duyamıyorum sesini iyi. Görüşürüz.” dedi ve kapattı telefonu.

Beklemeye başladı. Kahrolası trenin hedefine varmasına daha 2 saat vardı. Nasıl bekleyecekti? 2 saat boyunca bu mükemmel sürprizi nasıl tutabilecekti içinde?

5 dakikadan fazla dayanamadı. Korktu...”ya o trenden inene kadar başka birisi arayıp haber verirse” diye. Bu riski göze alamazdı. Bu müjdeyi kendi sesinden duymasını istiyordu O’nun.

Aradı.

“Daha fazla dayanamadım, bir an önce söylemek istiyorum...geliyorlar.”

Bu kadar kısa ve netti söylediği.

Şaşkınlık ve sevinç kokan kesik bir gülümseme geldi karşıdan.

“Nee? Nasıl yani?”

Telefonun öbür ucundaki parçasının heyecanını sesinden okuması, yüzündeki şaşkınlığı hayal etmesi çok kolaydı.

Çok kısaca izah etti tarihi ve yeri. Konuşmadılar fazla...konuşamadılar...konuşacak birşey yoktu çünkü...geliyorlardı. Yetiyordu bu ikisine de.

Kapattı telefonu...ve teşekkür etti Tanrı’ya. Onunla ilk tanıştığı andan beri gerçekleşmesini istediği tek bir şey vardı. Ne onu öpmek, ne onunla sevişmek. O grubu O’nunla beraber izleyebilmekti.
Kafasındaki üçgen çok daha güçlenmişti artık bu beklenmedik haberden sonra. Üçgenin içine koyduğu en büyük hayali gerçek olacaktı. Hayat bulacaktı üçgen en sonunda. Omuz omuza izleyeceklerdi konseri...en önden...ağlaya ağlaya.

Ama çok kısa bir süre sonra gitti O. Ansızın çekti gitti...bir kere bile dönüp bakmadan arkasına. Haklıydı belki gitmekte, belki de yerden göğe kadar haksızdı. Önemi yoktu bunun, gitmişti sonuçta. Bozmuştu o mükemmel üçgeni acımasızca. Yokolmuştu üçgen...ve üçgenin içindeki bütün hayaller. Bütün hayatlar. Yoktu artık hiçbiri. İki nokta kalmıştı geriye. Ve iki noktadan sadece ama sadece sıkıcı bir doğru geçmekteydi...hiçbir hayalin sığamayacağı sıkıcı bir doğru.

************************************************************************************


6 Mayıs 2005 Cuma akşamı, saat 22:00’de, üçgenin en önemli köşesi Pain of Salvation, Taksim Yeni Melek’te mükemmel bir konser verecek.

Üçgenin 2. köşesi bendeniz, tüm ruhum ve hayallerimle orada olacağım.

Üçgenin 3. köşesi mi...bilmiyorum.


* Ölümüne

Yeni Site

Evet yeni bir sitem daha var. http://derinleak.blogspot.com

Aslında oraya farklı, buraya farklı şeyler yazmayı planlamıştım başta ama sizin gözlerinizi şaşı etmeye hakkım olmadığını düşündüm. Burada biraz daha günlük tadında, hafif şeyler yazıyorum. Oraya ise sadece benim için daha özel anlam taşıyan, daha derin yazılarımı koyacağım. Ama merak etmeyin, oraya koyduğum her yazıyı burada da bulabileceksiniz. O yüzden iki site arasında mekik dokumak zahmetinde kalmayacaksınız. Sadece özel yazılarımın bir arada bütün halinde bulunduğu bir yer olsun istedim.

Sitenin ismine gelince de, aslında http://derin.blogspot.com adresini almak istiyordum fakat o adresin çoktan alındığını görünce (her ne kadar sahibi 3 yıldır tek kelime yazmamış olsa da) yeni bir isim bulmam gerekti. İyi ki de öyle oldu çünkü derinleak ismi çok hoşuma gitti.

Bu satırları okuduğunuza göre derin kelimesinin benim için neden bu kadar önemli olduğunu çok iyi biliyor olmanız lazım. Leak'e gelince de, hem anlamı uygun, hem derin'le iyi bir ikili oluşturuyor (derin sızıntı...kulağa çok hoş geliyor), hem de yanyana okununca derinlik oluyor (bkz: mukemmale...ehhehe).

Kelime oyunlarını seviyorum galiba.

Monday, April 25, 2005

Quote of the Day II

Aşk yarı yolda kaldı neyleyim...korkmuyorum, ben buyum böyleyim.

So Simple*

Sometimes I wonder why the heck on earth I can't get a "happy and healthy" long-term relationship...or even a short-term one. All right, I am not the greatest looking bloke you'll see around (as if I care) or the most funny guy you can ever meet (well, this one I actually care about)...but still it's not that the girls don't show any bit of interest to me. It's me who is acting stupidly over-selective and ending up having no crushes on anyone. So why am I so selective? Why can't I find what I seek?

The answer struck me in the eye today...or to be more precise it struck me in the ear.

I am hungry for both the purity and sin.

And they never come in pack together.



*with special thanks to Daniel Gildenlow.

Sunday, April 24, 2005

Lazy Me

Haven't written a single word for 5 days. That's not to say I have nothing to write; on the contrary there are tens of ideas, hundreds of words fooling aimlessly around my brain but I just can't sit and spit them out on paper...or the keyboard I should say.

I think I am too happy to write nowadays.

Tuesday, April 19, 2005

No Fear?

Duygularınız ne kadar derinse içinde boğulmanız o kadar kolaylaşır...

Aman canım, kim korkar boğulmaktan?

Sunday, April 17, 2005

Quote of the Day I

When wisdom brings no profit, to be wise is to suffer.

Taken from the play "King Oedipus" by Sophocles.

What Makes an Artist

When asked about how he actually wrote Space Dye Vest, Kevin Moore once replied "I was just out of a relationship and I felt that I hadn't tried enough, I hadn't done my best. That's how the song came out in the first place."

It does indeed hurt very deeply when you feel that you should have, and more importantly you could have done better than you did. That's what I've been trying to get over for weeks now.

And the difference between Kevin and me is that, having the same feelings and the same regrets, he went on to write one of the most beautiful love songs of all time, and I am writing this and this only.

Friday, April 15, 2005

0,06 Tons

İnsanların verdikleri gaza daha fazla dayanamayıp dün büyük bir merakla basküle çıktım.

60 KİLOYUM!!!!!!!!

Lise 2'den beri, ki bu geçmiş yüzyıla tekabül ediyor, 63 kilonun bir gram dahi altına inmemiş biri olarak bu şok edici gerçekle nasıl başedeceğim bilemiyorum...keh keh keh.

Thursday, April 14, 2005

An Ideal Husband

No, I'm not referring to myself. I know I'm not an ideal husband...yet.

I was reading this play the other day, "An Ideal Husband" by Oscar Wilde. It's not the best play you can find around of course, it's really an easy reading type of literature actually. Still there are some striking quotes about men-women relations and human ambition mainly.

Our hero of the play, Sir Robert Chiltern, at some point while arguing with his wife goes like this:

"...Why can't you women love us, faults and all? Why do you place us on monstrous pedestals? We have all feet of clay, women as well as men; but when we men love women, we love them knowing their weaknesses, their follies, their imperfections, love them all the more, it may be, for that reason."

Now, I'm not going to be a sexist and say "women do this, women do that bla bla bla...". From time to time both women and men commit the same mistake Sir Robert Chiltern is talking about.

When we meet someone new and our first impression of him or her is quite positive, we immediately build an image of that person in our head. This image is basically what we want him to turn out to be. We want him to be our ideal boyfriend that we have been dreaming for so long (see: great expectations). Eventually we all deserve the best, right? What a big lie!!!

None of us deserve the best, my dear friends...That's simply because none of us is the best. We all have flaws, we all have gaps in our characters, we all commit faults. So expecting the best while we are far away from being one is definitely unfair...unfair to him, unfair to her and unfair to ourselves. We shall not be harsh while judging others. We have to be mature enough to omit some tiny mistakes that strike our eyes. We must be courageous to say "Yes!" and give it a try even if he is not our ideal. People can learn from their mistakes and improve themselves as time progresses...well, at least some do. And you may later find that he is much better than he seemed at the first place.

Of course that's not to say that you shall say "Yes!" to anyone that shows a little bit of interest in you. But if you keep on declining the oppurtunuties that are presented, you may end up getting a heart as solid as a rock, a rock that is too heavy even for you to carry.

************************************************************************************

One similar mistake is comparing the new candidate with an ex-lover. "X used to do this, she used to do that, she used to call me every night, she used to spend the whole weekend with me, Y never calls me that often, she never says this, she never says that...". The list can be extended to infinity.

Our past, as the name suggests, has passed and is now gone. We can use our past as a wonderful tool for getting experience, strengthening our character or enlightening our today but we shall not use it for judging today. We shall not be seeking what is past and lost, in our new relations. We can never find it eventually. It's simply because every new relation has its own story encrypted to it. Everyone has a unique character, a unique way of doing things, a uniqe way of loving and showing love. Everyone is a different puzzle, and most of all, a different heart. So, just because someone isn't filling the shoes of our ex-love, it doesn't mean that she is not worthy of loving or being given a chance.

************************************************************************************

So ladies and gentlemen, afterall it is for the best to try loving people as they come and not to force making "ideal lovers" out of them I guess...

Wednesday, April 13, 2005

Down

Kendimi kullanılıp bir köşeye fırlatılmış prezervatif gibi hissediyorum...neden acaba?

Shu-bu-o

Son günlerde herkes aynı şeyi söyler oldu.

Hayır, "Gürcan, boşver takma kafana, üzme bu kadar kendini" değil kastettiğim.

"Gürcan sen kilo vermişsin".

Bugün ders çıkışı Ivana (İtalyanca hocam olur kendisi) "Gürcan zayıflamışsın sen, noldu?" dedi. Kim uğraşacak şimdi "2 ay önce şöyle şöyle oldu, iştahım pek yok ne zamandır o yüzden" diye anlatmakla...Hem arkadaşların önünde "reddedildim" diyip karizmayı çizdirecek göz var mı bende...peh!!!

Gülümseyip geçiştirdim..."Yapma böyle ama, ye birşeyler" tadında bir cümle sarfetti Ivana...İtalyanca olarak tabi...bu kadını sevmemek elde değil.

************************************************************************************

Bu arada geçen cuma günü Taksim'de Ivana'yla karşılaştım. Nasıl becerdim bilmiyorum ama Barcelona'nın önünde arkadaşı beklerken caddenin öbür tarafındaki muzik markette dolanmakta olan Ivana'yı farkettim. Kosar adımlarla aradaki mesafeyi katettim ve...

- Hi Ivana, how are you?
- Pattt!!! (Kafaya vurma efekti, ardından asabi bir ses tonuyla) Gurcan, non sono Inglese, sono Italiana!!!*
- Aaaah ok, come stai???
- Va bene...........(bu arada soylediklerini anımsamıyorum)....un cd di Teoman.
- Oh, you like Teoman?
- İkinci Pattt!!!...grrrrrr...not "you like Teoman?", "ti piace Teoman?"
- Ok, ti piace Teoman?
- Si, e tu?
- No, non mi piace Teoman.
- Aaaaa...derken elimden tuttu ve beni CD'lerin önüne götürdü. Orada beklemekte olan İtalyan arkadaşıyla birlikte acımasızca İtalyanca konusmaya başladılar benimle. Ama biz de aylardır boşa ders almıyoruz ya. Her dediklerini anlıyorum. Tabii iş cevap vermeye gelince kasmayıp İngilizce konuşuyorum o ayrı. Henüz o kadar iyi değil İtalyancam kusura bakmayın. Hoşlarına gidecek Türkçe müzik arıyorlarmış, benden tavsiye istiyorlar. Baktım Tuğba Ekinci, Haluk Levent gibi isimlere bakıyorlar. Yardımlarına koştum tabi. "They suck!!!" dedim. MFÖ Collection CD'si vardı, onu gosterdim. "Hem MFÖ, hem Best Of, begenmemesi olanaksız" diye düşündüm...

Taa ki bugün derste Ivana gelip "Bana verdigin CD'yi begenmedim, o MFÖ olan" diyene kadar...

************************************************************************************

Dün ATV Ana Haber'de Roma'yla ilgili tanıtım amaçlı bir haber vardı. Gaza geldim feci şekilde. TV'de bile bu kadar etkileyebiliyorsa kimbilir gidip görsem neler olacak...ama tabi şimdilik sadece rüyalarımda gezebilirim Roma'yı. Aslında geçen bir arkadaşla konuşurken Interrail damarım da kabarmadı değil hani...fakat iş dönüp dolaşıp paraya bağlanıyor.

Tam da özel derse ara verdiğim, meteliğe kurşun attığım bu sene İstanbul resmen organizasyon patlaması yaşıyor. Şöyle bi alt alta yazalım:

6 Mayıs - Pain of Salvation Konseri (kesin gidiyorum elbet).
20 Mayıs - Anathema Konseri (dinlemem etmem ama 463. kez (yanlış saymadıysam) geliyorlar artık bi gidip görmek lazım).
25 Mayıs - ŞAMPİYONLAR LİGİ FİNALİİİİİİ (bu maça gitmezsem ölürüm...düşünsenize Milan - Chelsea maçı, Shevchenko, Nesta, Lampard gibi isimler İstanbul'da ve ben evde TV'nin başında hımbıl hımbıl izliyorum maçı...un disastro!!!).
9 Haziran - Sebastian Bach Konseri (daha 4-5 ay oldu izleyeli o yüzden fedakarlık yapmam gerekirse bu konser kaynayacak arada).
21 Haziran - Iron Maiden Atina Konseri (burnumuzun dibi ama vizeydi, pasaporttu carttı curttu derken kaça patlar bana bilemiyorum)
25 Haziran - Black Sabbath (with Ozzy) Atina Konseri (bir üst maddeye bakınız).

Yazın sonlarına doğru da Formula 1 var ki onu apayrı bir yerde değerlendirmek gerekir. Haaa Rockistanbul, Rock Republic gibi faaliyetler de var bu arada tabi.

Ufff böyle işte, bütün bunlar varken ben kiiiiim Interrail yapmak kim Allahaşkına?



Not: Çok "sevgili günlük" tadında oldu bu yazı, nefret ettim kendimden.

Edit: Bu post'u yazdığımın ertesi günü, bölümden çok da samimi olmadığım bir kız arkadaş gelip "Sen kurumuşsun bayağı, ne o depresyonda falan mısın" dedi. Güler misin ağlar mısın...ben çok güldüm şahsen.



* Gurcan, ben İngiliz değilim, İtalyan'ım

Monday, April 11, 2005

Nasreddin Hodja

Now and then I will be posting in Turkish when I feel like doing so.


Bugün Beşiktaş-Üsküdar vapurunda bir yandan güneşli tarafa oturduğum için kendime, bir taraftan rüzgar sebebiyle sigarasının külleri üstüme gelen yanımdaki adama sinir olmuş vaziyetteyken Köprü'ye takıldı gözüm. Biraz da canım sıkkın olduğundan mıdır nedir, 2-2.5 sene önce, insanlardan, okuldan, kendimden (kısaca "hayattan" da diyebiliriz) bıkmış olduğum depresyon günlerimde bir arkadaşımla yaptığım bir diyalog geldi aklıma.

O: Zekisin ama bu kendini köprüden atma isteğini engellemeye yetmiyor gördüğüm kadarıyla.
Ben: Evet ama atladıktan sonra suya düşmem kaç saniye sürer ve suya hangi hızla çarparım bunu rahatlıkla hesaplayabilirim.

Şincik bu iki satırdan çıkaracağınız sonuçlar nedir?

1) Arkadaşımın da dediği gibi ben zeki bir insanım.
2) Fiziğim (ders olan fizik) gerçekten dediklerimi hesaplamama elverecek kadar iyi.

Hehhehehe neyse saçmalamayı bırakıyorum.

Bu diyaloğu anımsadıktan hemen sonra köprüden atlayan insanları düşündüm. Aklıma ilk gelen de gözümüzün içine baka baka "Yaşamak istemem artık aranızda..." dedikten sonra kendisini Boğaz'ın serin sularına bırakan usta gitarist Yavuz Çetin oldu. Hemen ardından da ekşisözlük'de okuduğum bir fıkrayı hatırladım. Yavuz Çetin başlığında, "Bu fıkrayı Yavuz anlatmıştı bana" diye yazılan bir fıkra. Öyle insanı yerlere yatıran, gülme krizine sokan bir fıkra değil elbet (öyle bir fıkra var mı ki bu arada?) ama çok ince bir zekanın ürünü olduğuna inandığım için bayağı tutmuştum bu fıkrayı. Uzun lafın kısası, bugün Beşiktaş-Üsküdar vapurunda aklıma gelen bu fıkrayı sizlerle paylaşmak ve bu sebeple de Yavuz Çetin'i bir kez daha saygıyla anmak istiyorum (öff ne kadar klişe oldu bu be).

Fıkramız şöyle:

Nasreddin Hoca evinde iki tane sarar, birini evinde içer, diğerini de göl kenarında içmek ister. Yanına da bir tas yoğurt alır. Biner eşeğine, gölün yolunu tutar. Hoca göl kenarına geldiğinde eşeğe ters binmiş olduğunu farkeder, inmeye çalışırken de eşekten düşer. Lakin kafa iyi olduğu için keyfini hiç bir şey kaçırmaz. Oturur gölün kenarına yakar ikinci cigarasını başlar tüttürmeye, bir de bakar ki köy ahalisinden biri gelmektedir. Hemen cigarayi taşların arasına saklar, panikten ne yapacağını şaşırıp yoğurdu kaşık kaşık göle dökmeye başlar. Adam yaklaşır:

- Hoca, Hoca ne yapıyorsun?

Hoca sinirlenir adam bir an önce gitsin diye

- Çek git yahu görmüyor musun rahat birak beni!

Adam garip garip hocaya bakip arkasını dönüp gider. Hoca cigarasindan bir nefes çeker, dumanini üfler ve der:

- Kim bilir bu ibne millete ne anlatacak şimdi?

Saturday, April 09, 2005

Happy Birthday!!!

Just as I was logging on to imdb to read some about "Eternal Sunshine of the Spotless Mind" (which is a great movie by the way), on the "Born Today" section I saw that today is indeed the 31st birthday of Jenna Jameson - the so called Porn Queen. It is odd imagining a porn star getting dressed up for the occasion, blowing off (no pun intended) the candles, opening up her presents etc...but then, they are just like you and me after all aren't they? They go to the mall, they eat cereal in the breakfast (I don't), they cry watching a good romance movie, they do play with their kids just like all mothers do...

So what the hell...Happy Birthday Jenna!!!

Friday, April 08, 2005

Premiere

So this is the big moment huh?...First ever post...


Never really was a true believer in love at the first place...all that kissing, snuggling, flirting...seemed so unreal...

...and I never understood what the heart had got to do with it neither. After all it just pumps blood, right?

Then in the midst of another lonesome night at the office, she came...when I was feeling so weak and defenseless...I was left with no choice at all.

And I started realizing what that kissing and snuggling was all about, though I never tasted them myself...at least not with her...but still it looked more like the butterflies in the stomach when seeing her, or babbling while trying to speak, rather than the heart getting involved in it.

Then one day, she uttered that two letter word...NO...(all right it's a 5 letter word in Turkish but who cares)...and at the very moment I suddenly realized something going absolutely wrong with my heart...yeah it was still pumping blood (fortunately), but it weighed like the heaviest stone I could imagine...a stone that blocked my breathing...or in fact my being...and just seconds later I actually could feel that huge stone being crumbled into a million pieces...pieces that shall never unite again.

So...now I know very well what the heart has got to do with love...especially a broken one.