Friday, April 29, 2005

Minik Kuş

“Anneeee...hadi ama, çok uykum geldi.”

“Aşkım dişlerimi fırçalayayım geliyorum hemen.”

Yüzünü buruşturdu, dudaklarını büktü Deniz, annesinin onu göremeyeceğini bilmesine rağmen. Tatmin olmamıştı cevaptan.

“Çabuk oool!”

Beklemek istemiyordu daha fazla. Zaten bütün günü bu törensel anı beklemekle geçiyordu. Her gece tekrarladıkları ayini. Annesinin kucağına yatıp onun sihirli sesinden masal dinlediği dakikalar için yaşıyordu sadece sanki. Ya da sadece o dakikalarda yaşıyordu aslında. O ayindeki huzuru, annesinin kucağındaki hafifliği, masalların içinde kaybolmanın verdiği çocuksu mutluluğu başka hiçbir yerde bulamıyordu. Ne arkadaşlarıyla oynarken, ne televizyonda en sevdiği çizgi filmi izlerken, ne de kendisinden 13 yaş büyük olan ve her gördüğünde göğsünde anlam veremediği bir hareketlenme hissetiği komşuları, Aylin Ablası ona ve sadece ona şarkı söylerken olamıyordu o kadar mutlu.

Ve olamayacaktı da ömrünün geri kalanında...hiçbir kadının kucağında o kadar hafifleşemeyecekti bir daha.

Deniz’in sesindeki şımarık dokunuşu hissetmişti annesi. Dudaklarının burukluğunu, yüzünün ekşiliğini canlandırabiliyordu gözünde. Hoşuna da gitmemiş değildi bu şımarıklık çünkü biliyordu ki insan sadece sevdikleri ve sevgisine karşılık bekledikleri karşısında şımarırdı...tüm masumluğuyla.

Banyodan çıkar çıkmaz Deniz’in odasına girdi. Sırtını kapıya donmüş yatıyordu yatağında. En sevdiği oyuncağına sarılmıştı sımsıkı. Geçen sene doğum gününde Aylin Ablası’nın aldığı hediye. Bir dalmaçyalı. Piti. Sırf Aylin Ablası’nın hediyesi olduğu için çok sevmişti onu. Diğer oyuncaklardan ayrı bir yeri vardı Piti’nin. Hem oyuncak dolabında, hem kalbinde. Ne eve gelen misafir çocuklarına, ne de arkadaşlarına asla göstermezdi onu. Çıkarmazdı gizli yerinden. Paylaşmazdı hiçkimseyle. Paylaşamazdı...seviyordu onu çünkü.

Usulca sokuldu yatağa. Boylu boyunca uzandı Deniz’in hemen arkasına. Ayinin kuralları gereği Deniz’in dönüp annesinin kucağına bırakması gerekiyordu kendisini şimdi. Birkaç saniye sessizce bekledi öyle. Deniz’de en ufak bir kıpırdama yoktu.

“Sinirlenmiş bizimki” diye geçirdi içinden.

“Noldu Piti sen söyle? Kızmış mı yoksa benim ufak kaplumbağa...”

Daha cümlesini bitiremeden, Deniz kavradığı Piti’yi bırakıp annesinin kucağına attı kendisini. Sarıldı sımsıkı, başını omuzlarına koydu. Dili olsa “Ben sana nasıl kızabilirim ki canım anneciğim?” diyecek bir kucaklamaydı Denizinki. Gerçekten ne o an, ne de daha sonra annesine kızamayacaktı. Hayatı boyunca hiçkimseye kızamayacağı gibi...kendisinden başka.

“Neyse al bakalım Piti’yi kucağına da başlayalım. Masallar bekletilmeye gelmez bilirsin, tüm buğuları yok olur sonra.”

Biraz önce annesine sarılmak için yatağın köşesine terk ettiği Piti’yi tekrar sımsıkı kavrayıp bıraktı kendisini annesinin güven veren göğsüne Deniz. İşte tam orada duruyordu hayatı boyunca bir daha asla bulamayacağı sıcaklık.

Annesi de sağ koluyla sarıldı Deniz’e. Göğsüne yaslanmış olan nefesi dinledi bir süre. Sonra başını biraz eğdi, karanlık bir ormanı anımsatan saçların arasında nefesini çekti. Burnunda değil taa kalbinde hissediyordu annelerin en sevdiği kokuyu; ufak yavrusunun kokusunu.

Ve başladı anlatmaya...

“Bir varmış bir yokmuş...”

Bu cümlenin tam olarak ne anlama geldiğini kavrayamıyordu Deniz bir türlü. Ve bu cümleyi en sevdiği varlığın dudaklarından dökülürken duyabilmiş olmanın ayrıcalığının da seneler sonra farkına varacaktı. Ama anlamasa da çok seviyordu bu cümleyi; takip edecek olan masalın müjdeleyicisiydi çünkü her daim.

“Gürcan adında, sevimli, hoşgörülü, kötülük nedir bilmeyen saf bir genç varmış. Çok iyi kalpli bir insanmış Gürcan. Hiçkimseyi kırmaz, hiçkimseye bağırmaz, hiçkimseyle kavga etmezmiş. Herhangi bir varlığa en ufak bir zarar vermekten kaçınır, istemeden yaptığı hatalar için defalarca ama defalarca özür diler, yine de tatmin olmaz “Neden daha dikkatli olmadın, neden böyle yaptın?” diye kendisine kızarmış.

Kendisi melek gibiymiş Gürcan’ın ama ülkesindeki diğer insanlara güvenemezmiş bir türlü. Onların da kendisi gibi olabileceklerine inanmazmış, inanamazmış. İnanamazmış çünkü melek sandıkları hep gün gelmiş şeytan rolünü oynamışlar ona karşı. Tek bir sözcükle hayallerini kırmışlar en beklenmedik anda. “Neden hiçkimse benim gibi değil? Neden devamlı beni kırıyor sevdiklerim? Haketmiyor muyum ben de sevilmeyi?” diye üzülür dururmuş. Korkar olmuş diğer insanlardan kırıldıkça...hırslarından, arzularından. Kaçar olmuş bu yüzden ülkesinde yaşayanlardan. Yaklaşmıyormuş kimseye, kimseyi de yaklaştırmıyormuş yanına. Aklınca koruyormuş kendini böylece insanların günahlarından. Kovabilseymiş keşke tüm korkularını ama çıkartamamış at gözlüklerini bir türlü.

Derken günün birinde minik bir kuş gelivermiş Gürcan’ın penceresinin önüne. Ufak tefekmiş ama cennete yakışır bir güzellikteymiş. Hem ufak kuşlar daha şirin olurmuş zaten. Bembeyaz tüyleri varmış minik kuşun; lekesiz. Kırmızıymış gagası. Gözleri ise deniz gibiymiş adeta...derin, yosunsu.

Çok beğenmiş bu minik kuşu Gürcan. Hemen konuşmaya başlamış minik kuşla. Sesi de çok güzelmiş minik kuşun. Yaz yağmuru gibi. Konuştukça sevmişler birbirlerini..Her gün uğrar olmuş artık minik kuş Gürcan’ın penceresine. Saatlerini geçiriyormuş orada büyük bir zevkle. Gülüyorlar, eğleniyorlarmış bol bol. Gürcan da bazen saatlerce bekliyormuş pencerede...”minik kuş gelse de konuşsak” diye. Üzülürmüş gelmeyince. Korkarmış biraz da, “başına birşey mi geldi acaba, hain avcının biri mi vurdu onu?” diye. Ama ertesi gün minik kuş çıkagelince buhar olup uçuverirmiş tüm korkuları. Umuda bırakarak yerlerini.

Gel zaman git zaman, ilk başlarda sadece pencerenin önünde hayat bulan muhabbetleri daha sıcak bir ev bulmuş kendisine...Gürcan’ın elleri. Ellerine alırmış Gürcan minik kuşu. Minik kuş da çok memnun olurmuş buna. “Yeni bir yuva buldum” diye sevinirmiş. Dans edermiş kimi zaman o ellerin üstünde, kimi zaman da şarkı söylermiş...sadece Gürcan’a.

Gürcan’ın minik kuşa bağlılığı her geçen gün daha da artmış. Sevmeye, hiçkimseyi daha önce sevmediği kadar sevmeye başlamış onu. Ama bir türlü avuçlarını kapayıp ellerinin üzerinde dans eden o minik kuşu saramamış sımsıkı; “Benim kuşum ol artık” diyememiş. Ruhunun derinliklerinden uzanan dikenli bir kol yakalayıvermiş sözcükleri tam dudaklarından çıkıp akacakken. Korkmuş Gürcan. Sımsıkı avuçlayınca zarar vermekten korkmuş minik kuşuna. “Sıkarsam onu, zarar verirsem uçup gider, kaçar benden” diye korkmuş...Bir kez daha kırılmaktan korkmuş.

Oysa ki biraz cesur davranabilse herşey istediği gibi olacakmış...minik kuş da istiyormuş Gürcan’ın onu sımsıkı sarmasını...ilk günden beri.

Savaşmış haftalarca içindeki karanlık kolla Gürcan. Mağlup etmesi gerekiyormuş onu kesinlikle. Başarmalıymış bunu. Başarabilecek gücü varmış çünkü, biliyormuş. Çetin bir savaş olmuş ikisinin arasındaki. Dikenler yırtmış dört bir tarafını Gürcan’ın, boğazına yapışmış bazen o kömürümsü kol, nefessiz bırakmış Gürcan’ı. Ama yıkamamış Gürcan’ın kalbini. Silememiş oradaki sevgiyi. Yenilmiş. Ve gömülmüş hakettiği yere, derin bir çukura. Ölü toprakla örtmüş Gürcan üstünü.

Sonra geçmiş minik kuşunun karşısına Gürcan. Ve nihayet söyleyebilmiş aylar önce söylemesi gereken o iki masalsı kelimeyi. Kalbinin bir parçasına veda etmek pahasına da olsa.

“Seni Seviyorum”

Derin bir sessizlik olmuş...çıt çıkmamış bir süre. Çıkmasına da gerek yokmuş aslında. Minik kuşun tek yapması gereken gözlerini kapatıp Gürcan’ı öpmekmiş.

Ya da Gürcan böyle hayal etmiş sadece.

Islak gözlerle bakmış minik kuş Gürcan’a, “artık çok geç” dercesine. Ve kanatlanıp gitmiş.

Boş avuçlarıyla bakakalmış Gürcan arkasından. Buymuş tek yapabildiği. Bakmak ve avuçlarını yalamak...bir kez daha.

Minik kuş daha seyrek uğrar olmuş artık Gürcan’ın penceresine o günden sonra. Uğradığında da kısa tutuyormuş ziyaretlerini. Eskisi gibi saatlerce kalmıyormuş Gürcan’ın elinde. Ne dans ediyormuş, ne de şarkı söylüyormuş.

Bir süre sonra da artık hiç uğramaz olmuş. Sıkılmış artık Gürcan’dan, kaçar olmuş O’ndan. Yeni heyecanlar peşindeymiş. Yeni pencereler, yeni evler, yeni eller. Her gece uçuyormuş aslında Gürcan’ın evinin önünden ama uğramıyormuş bilerek. Gecenin karanlığında saklanıyormuş; “Göremez beni nasıl olsa” diyormuş. Fakat bilmiyormuş karanlık perdelerin ardında bir çift gözün onu takip ettiğini...daima. Bilmiyormuş saklanırken asıl sobelenenin kendisi olduğunu.

Üzülmüş Gürcan tüm bu olanlara. Minik kuşunun onu bu kadar kolay terkedebilmesine, onu bu kadar kolay yok saymasına. Ve ondan saklanmasına üzülmüş en çok... Üzmüş onu minik kuş. Çok üzmüş. Ama yine de minik kuşa değil kendisine kızmış. Kendisinde aramış hatayı ve bulmuş. Vurmuş kafasını duvarlara, affedememiş kendisini yaptığı hata için bir türlü...boğuşmuş günlerce içindeki pişmanlıkla, söküp atmak istemiş minik kuşuna söyleyemediği kalbindeki tüm kelimeleri bir darbede, biraz daha rahatlayabilmek için. Ama yapmamış bunu. Biliyormuş çünkü O’nu Gürcan yapan şeylerin o kelimeler oldugunu. Onları söküp atmanın kendisini ve sevgisini inkar etmek oldugunu. Minik kuşun bir daha asla geri gelmeyeceğini de biliyormuş ama yine de söküp atmamış o söylenmemiş yüzlerce tatlı kelimeyi. Onunla kalsınlar istemiş ebediyete kadar.

Yıllar sonra görmüş Gürcan minik kuşu. Yolda, kibirli bir adamın taşıdığı kafesin içinde. Gözgöze gelmişler. Yosun gözlerinde aynı o günkü ıslak bakış varmış minik kuşun. Başını öne eğmiş, bakamamış Gürcan’a minik kuşu vicdan rahatlığıyla. İşte asıl o zaman yıkılmış Gürcan üzüntüden. Ama kendisi için değil, minik kuşu içinmiş bu seferki üzüntüsü.

Masalın ortasında uyuyuvermiş Deniz çoktan. Farketmiş aslında annesi bunu ama yarım bırakmak istememiş masalı. Tamamlayıvermiş sonuna kadar. Kendisi için...

Masalı bitirdikten sonra tedirgin hareketlerle kalktı yataktan yavrusunu uyandırmamak için. Üstünü örttü Deniz’in. Son bir öpücük kondurdu pamuk yanaklarına. Daha sonra kulağına eğildi. Yanağındaki tek damlayı eliyle sildikten sonra fısıldadı:

“Eğer senin de çok sevdiğin bir minik kuşun olursa bir gün, onu tüm gücünle avuçla...sımsıkı...ve asla bırakma.”

Uzanıp kapattı yatağın hemen yanındaki dingin gece lambasını. Çıktı odadan. Saate baktı. 23.12. Telefona yöneldi halen daha ortalarda olmayan kocasını aramak için. Vazgeçti sonra. Hiç de umursamadığını farketti o lanet herifin hangi kadınla ne işler çevirdiğini. Değmezdi. Kendi odasına yöneldi. İçindeki iki kişilik yatağın yarısının asla dolmadığı yatak odasına. Dolabı açtı. En alt çekmecenin deinliklerinden hiç kimsenin varlığından haberdar dahi olmadığı günlüğünü çıkarttı. 18 yaşına bastığı gün oğluna hediye edeceği günlüğünü. Ve yazmaya başladı...

“28 Nisan 2021...Bugün O'nu gördüm...Tam 16 yıl sonra...”

6 Comments:

Blogger fatima said...

ömer seyfeddin'in "ilk cinayet" hikayesini hatirlar misin?
vapurda, annesinin eline tutusturdugu güvercin yavrusunu severken boynunu kiran bir cocugu anlatir.
28 nisanini benim gibi ucuz atlatan bir kisi daha görerek buradan sapka cikariyor, söyle iki kere sapkayi döndürüp yerlere egiliyor, eteklerimi sürüyerek uzaklasiyorum.

*yetenek var sende cocuk*

30 April, 2005 00:21  
Blogger nocturnal said...

İnanması zor gelebilir ama bu hikayeyi yazarken bir kere bile aklıma gelmedi "İlk Cinayet".

Fakat şimdi sen hatırlatınca tüylerim diken diken oldu...hatta gözlerim doldu çünkü artık çocukluğumdan mıdır nedir çok etkilenmiştim ben o hikayeden zamanında. Dün gibi hatrımdadır, donup kalmıştım bitirince, birkaç dakika kendime gelememiştim. Gerçekten mükemmel bir hikayedir o. Konumuza da cuk oturuyo harbiden, hatırlattığın için teşekkürler.

Bu arada gaz vermeyin lütfen...yetenek metenek de ne demek aaa ayıp oluyo:)

30 April, 2005 01:02  
Blogger fatima said...

eh güselim, birak da biraz "cuk" oturan tanimlamalarda bulunalim, atfedilen az bucuk edebik vafimizla.
ömer seyfeddinin kasagisi bana hep daha acikli gelmistir. o yuzden olsa gerek, acik sozlu olanlari hep takdir ederim. seni de ettigim gibi.
bu arada pastanin, klavyeye bulasan kremasini parmagimla alip agzima attim. hangi bakteriler vardi kim bilir. dammit.

30 April, 2005 22:14  
Anonymous Anonymous said...

Ben de bu arada kendi salaklığımdan dem vurmak istiyorum. Hikayeyi tahmin edebileceğiniz üzere 28 Nisan'da tamamlamadım. Yaklaşık 6 gün sürdü tam istediğim kıvama gelmesi. Ve bitirince de hikayenin sonuna 28 Nisan 2005 yazacağıma bir kafa karışıklığı sonucu günlük tarihini 28 Nisan diye attım. Oysa ki oraya yazabileceğim çok daha "cuk" bir tarih vardı. Neyse tecrübesizliğime verelim.

Ömer Seyfeddin gerçekten çok önemli bir isim. Kaşağı da açık sözlü olmak, yalan söylememek gibi "ahlaklı" davranışları öğütler çocuklara, insanlara. Ama artık birçok çocuk ilkokul yıllarını Ömer Seyfeddin değil de abuk subuk şeyler okuyarak ve şiddet içerikli çizgi film izleyerek geçirdiği için gittikçe kirleniyor insanlık (bakın ben çok duyarlı bir insanım toplumsal mesajlar da veririm, süperim demek istiyorum bir yerde hehehe).

02 May, 2005 12:02  
Anonymous Anonymous said...

sanırım etkılendım ama gürcanın bu denlı sessiz sevgisine ve minik kuşun karanlık kafeste olmasına,sonucta ortada olan ıkı sevgı var bırı içinde kalan diğeri ise pısmanlık duyulan ama sonunu daha güzel bitebilirdi pismnalığın verdiği büyük sevinç bu acıya bıraz tuz basar böyle bu tür satırları okudukça içimde fırtınalar kopuyor elimde değil 24 parcaya bölesim geliyor tüm vicdansızlıkları....sanırım fazla duygusal yaklastım ellerın yüreğine sağlık.Ayrıca unutmadan dediğin gibidünyanın çıcısı cıkmak üzere insalrımız cok basıt seylerle ılgılenıyor

05 May, 2008 12:19  
Blogger nocturnal said...

kimsiniz nesiniz bilmiyorum ama acilen irtibata geçmek istiyorum sizinle:) lütfen şuradan ulaşın bana: gurcanozdemir@gmail.com

05 May, 2008 18:45  

Post a Comment

<< Home