Eşkenar Üçgen
Herşey bir arkadaşının tavsiyesiyle başladı.
“Abi bi dinle, süper grup pişman olmazsın vallaha.”
Oldukça muhafazakar bir müzik dinleyicisi olduğu rahatlıkla iddia edilebilirdi. Dinlediği gruplar, sevdiği tarzlar hemen hemen kalıplaşmış gibiydi. Arada bu sert kalıbın çatlaklarından sızan 1-2 değişik isim de olmuyor değildi ama genele vurulduğunda önemsenmeyecek kadar ufak bir rakamdı bu. Muhafazakar olduğundan gerek, bu tarz önerileri çok dikkate almazdı, ama karşısındaki müzik zevkine güvendiği biri olduğu için bu gruba bir şans vermeye karar verdi. Üstelik grubun kalitesi hakkında tek olumlu kelimeler sarfeden arkadaşı da değildi. Bu grubun yakında birçokları tarafından duyulup çok sevileceğine dair iddialar yükseliyordu her dinleyenden. Popüler olan her nesneye bir önyargıyla yaklaşır, bazılarını sırf popüler oldukları için hayatından dışlardı. O yüzden bu iddialar “patlama yapıp birkaç ay sonra unutulacak bir grup daha” düşüncesini oluşturmamış da değildi kafasında...ama...
Denemek istediği her yeni grup gibi bu grubun da önce bir yerlerden kopya CD’sini edinecek, kısa bir deneme süreci sonunda da kararını verip ya CD’yi evin derinliklerine bir yere fırlatacak, ya da grubu “takip edilesi gruplar” listesine ekleyecekti.
Aralık ayının soğuk günlerinin birinde, ender ziyaret ettiği okulundan tembel adımlarla eve dönerken yolunun üzerindeki müzik markete uğradı. İstenen CD hazırda yoksa 1 gün sonrasına kalırdı iş ama o gün çok fazla yüzyüze görüşme fırsatı bulamadığı şans onunla takılmaya karar vermişti. Aradığı CD hazırda vardı ve hemen kendisine sunuldu. Renkli fotokopiyle çoğaltılmış CD kapağı pek bir soluk ve karmaşıktı. Grubun ismi zar zor seçilebiliyordu, kapağın ortasında birbirine dolanmış ve örümcek ağlarıyla sarmalanmış gibi duran iki insan silueti ise çözülmesi imkansız bir bilmeceye benziyordu. Kapağı açtı. CD’nin üstünde ne grubun ismi ne de albümün adı yazıyordu. “İnşallah yanlış CD koymamışlardır.” diye geçirdi içinden. Üstünde herhangi bir belirti olmayan kopya CD’lere hep şüpheyle yaklaşırdı; “acaba istediğimi değil de başka birşey mi verdiler bana?” diye. Paranoyak gölgesi bir an olsun yalnız bırakmıyordu onu. Bu dolambaçlı düşünceleri bir kenara bırakıp, hayatını değiştirmesi düşünülemeyecek kadar gösterişsiz duran CD’yi çantasına attı.
Hoşlandığı gruplardan daha farklı bir düzeyde durduğunu ilk dinleyişte anladı bu yeni grubun. Farklı bir stil, farklı bir kompozisyon, farklı bir ses. Tam da bu farkın gün gelip o gruba sımsıkı bağlanmasını sağlayacağından habersiz keşfetmeye başladı CD’yi. İlk notadan itibaren sizi avucuna alan, “İşte tam aradığım bu” dedirten bir yanı yoktu albümün. Vokalistin başarısından başka dikkatini çeken birşey bulamamıştı CD’nin yarısını dinlemeyi tamamladığında. “Amaaan sen bildiğinden şaşma” diye kendini telkin edip CD’yi kapattıktan sonra, içinde saatlerce kayıp vaziyette dolaşmaktan büyük bir haz aldığı MP3 arşivinin yolunu tuttu. Fakat CD henüz tozlu bir köşeye fırlatılmamıştı.
Birkaç seans sonunda albümle ilgili daha sağlıklı bir görüntü oluşmuştu kafasında. Tahmin ettiği gibi içine girmesi zor bir eserdi bu. Tahmin ediyordu çünkü bu müzik türünün en ayırt edici özelliği buydu. Sabır isteyen, kavranılması ve tadına varılması çok basit olmayan bir türdü. Sırf bu yüzden de “sıkı” dinleyiciler tarafından “entel dantel müziği” olarak adlandırılırdı zaten.
Hiçbir şey için kendini zorlamayacak kadar ölü bir dönemine denk gelmişti, giriş izni vermek için kendisini oldukça uğraştıran bu albüm. Resimlerde ilk bakışta asla görülmeyen, ancak dikkatlice incelendiğinde insanın gözüne çarpan ve o resmi o resim yapan detayların varolması gibi bu albüm de ilk birkaç dinleyişte herhangi bir iz bırakmamıştı kulağında. Fakat ruhu o ilk bakışta görülmeyen detayları yakalamaya başlamıştı çoktan. Müzikal olarak pek zevk vermeseler de, duyduğu melodiler o dönemde azgın dalgalarla boğuşmakta olan ruhunu bir dalgakıran gibi korumaya alıyordu. İlk dinleyişte de anladığı gibi farklıydı bu CD, bu grup...farkın ne olduğunu ise yeni yeni çözüyordu. O güne kadar dinledikleri sadece kulağına hitap ediyordu. Bu grubu dinleyince ise yenilenmiş ve arınmış hissediyordu kendini. Bu yüzden müzik çok hoşuna gitmese de albümü sık sık dinler oldu. Her dinleyişte biraz daha onun bir parçası oluyordu CD. Ya da o her dinleyişte biraz daha CD’nin bir parçası haline geliyordu. Her şarkısında, her melodisinde, her kelimesinde kendini görüyor, kendini dinliyordu adeta. Müzikten çok bir terapi seansı gibiydi o CD ile başbaşa geçirdiği dakikalar. Tam da ihtiyacı olan şey.
Zamanla diğer albümlerini edindi o grubun. Tamamladı hepsini. Zaten topu topu 4 albümlük bir gruptu. Her yeni albümle daha da bağlandı gruba. Anlatmak isteyip hayat veremediği tüm duyguları, tüm düşünceleri ordaydı. Oldukça tedirgin başlayan yolculuğun sonunda o grubun die-hard* bir hayranı olmuştu artık. İyi ki arkadaşının tavsiyesini kulak ardı etmemişti.
Sonra bir gece O çıkageldi. Karşı konulamaz bir rüzgar gibi. Sizi üşüten, sarsan, biraz da sersemleten bir rüzgar. O da aynı grubu seviyordu, sevmekten de öte tapıyordu. Hoşuna gitmişti bu tesadüf. Tabii zamanla bunun sıradan bir tesadüf olmadığını, ikisinin de kişilikleri dolayısıyla kendilerine çizdikleri yolların önce o grupla daha sonra da birbirleriyle kesiştiğini mutlulukla keşfedecekti ama o an için tesadüften öte bir anlam taşımıyordu aynı gruba hayran olmaları.
Gün geçtikçe şiddetlendi karşıdan esen rüzgar. Fakat korkmuyordu ne rüzgardan, ne şiddetten. Çünkü görmüştü; rüzgarın sesi onunkine çok benziyordu. Yazdıkları, söyledikleri, kulağına fısıldadıkları...O’nunla konuşurken düşüncelerini, duygularını, hayallerini tüm çıplaklığıyla bir bir anlatan bir aynanın karşısında hissediyordu kendisini. İlk başta korkmuştu aslında, ruhunda beslediği tüm gizemleri bilen biriyle karşılaşmış olmaktan. Duygularını, hayallerini, zevklerini bildiği gibi kişiliğinin zayıf tuğlalarını da biliyor olmalıydı O. Tüm soruları çözülmüş bir bulmaca gibi hissediyordu kendisini O’nun karşısında. Pek güvende hissetmiyordu bu yüzden. Her an tuğlaları yıkacak bir hamle gelebilirdi karşı taraftan. Ama sonra farketti ki kendi elinde de aynı silah vardı. Ve ikisi de bu silahı tuğlaları yıkmak için değil tam tersine daha da sağlamlaştırmak için kullanıyorlardı.
Çok kısa sürede inanılmayacak derecede yol kat etmişti ilişkileri. Telefonda 2 dakikadan fazla konuştuğunda karnına ağrılar giren, kasılan biriyken onunla saatlerce konuşabiliyordu...hem de her gün. Yetmiyor, sabahlara kadar mesajlaşıyorlardı internette. Ve her mesajda biraz daha sarılıyorlardı birbirlerine.
Muhabbetlerini en güzel anları da o grupla ilgili konuştuklarıydı. Albümler, şarkılar, yorumlar, resimler, klipler, röportajlar. Bitmek bilmeyen bir okyanustu ellerindeki hazine. Ve dilekleri...şansın yüzlerine gülmediği iki insan olarak gerçekleşeceğine çok da inanmadıkları dilekleri...”Ne olur gelsinler, ne olur konser vermeye gelsinler Türkiye’ye!!”.
Artık bir üçgen oluşturmuştu kafasında. Bir köşesinde O, bir köşesinde kendisi, bir köşesinde de o grup vardı bu üçgenin. Mükemmel bir üçgen. Hayatı bu üçgendi artık. O üçgenin dışındaki hiçbir noktanın zerre kadar önemi kalmamıştı gözünde. Tüm hayatını o üçgenin içine sığdırmaya başlamıştı. 5 dakika sonrasını...yarını...haftasonunu...10 yıl sonrasını....50 yıl sonrasını...ölümünü...ve tabii hayatıyla birlikte tüm hayallerini de. Üçgenin alanı (taban*yükseklik)/2 idi ama o bu alana tüm sonsuzluğuyla herşeyini sığdırmayı başarıyordu. Çok sevdiği iki varlığa aynı yakınlıkta bulunmasını sağlıyordu bu üçgen. Çok seviyordu o yüzden bu üçgeni.
Tüm bu yoğunluğun içerisinde aylak aylak otururken, bir gün inanılmaz bir haber okudu bilgisayarın başında. Geliyordu o grup Türkiye’ye. Defalarca okudu haberi baştan sona. Nihayet duaları kabul mu oluyordu yoksa? Evet evet, doğruydu gördükleri. Daha 6 ay vardı konsere ama...geliyorlardı.
Hemen telefona sarıldı. Bu müjdeli haberi vermeliydi O’na derhal. Ama hatırladı, O trendeydi şu an ve muhtemelen o gürültü içerisinde çok tatminkar olmayacaktı telefonda konuşmaları. Oysa bu haberi mümkün olan en büyülü koşullarda iletmeliydi O’na. Vazgeçti aramaktan. Mesaj attı.
“Trenden iner inmez ara beni. 1 dakika bile bekleme. Süper bir haberim var.”
Hemen aradı O.
“Noldu neymiş bu haber?”
Tahmin ettiği gibi gürültü çoktu ve sesi net gelmiyordu karşı taraftan.
“Ya sonra söylerim şimdi duyamıyorum sesini iyi. Görüşürüz.” dedi ve kapattı telefonu.
Beklemeye başladı. Kahrolası trenin hedefine varmasına daha 2 saat vardı. Nasıl bekleyecekti? 2 saat boyunca bu mükemmel sürprizi nasıl tutabilecekti içinde?
5 dakikadan fazla dayanamadı. Korktu...”ya o trenden inene kadar başka birisi arayıp haber verirse” diye. Bu riski göze alamazdı. Bu müjdeyi kendi sesinden duymasını istiyordu O’nun.
Aradı.
“Daha fazla dayanamadım, bir an önce söylemek istiyorum...geliyorlar.”
Bu kadar kısa ve netti söylediği.
Şaşkınlık ve sevinç kokan kesik bir gülümseme geldi karşıdan.
“Nee? Nasıl yani?”
Telefonun öbür ucundaki parçasının heyecanını sesinden okuması, yüzündeki şaşkınlığı hayal etmesi çok kolaydı.
Çok kısaca izah etti tarihi ve yeri. Konuşmadılar fazla...konuşamadılar...konuşacak birşey yoktu çünkü...geliyorlardı. Yetiyordu bu ikisine de.
Kapattı telefonu...ve teşekkür etti Tanrı’ya. Onunla ilk tanıştığı andan beri gerçekleşmesini istediği tek bir şey vardı. Ne onu öpmek, ne onunla sevişmek. O grubu O’nunla beraber izleyebilmekti.
Kafasındaki üçgen çok daha güçlenmişti artık bu beklenmedik haberden sonra. Üçgenin içine koyduğu en büyük hayali gerçek olacaktı. Hayat bulacaktı üçgen en sonunda. Omuz omuza izleyeceklerdi konseri...en önden...ağlaya ağlaya.
Ama çok kısa bir süre sonra gitti O. Ansızın çekti gitti...bir kere bile dönüp bakmadan arkasına. Haklıydı belki gitmekte, belki de yerden göğe kadar haksızdı. Önemi yoktu bunun, gitmişti sonuçta. Bozmuştu o mükemmel üçgeni acımasızca. Yokolmuştu üçgen...ve üçgenin içindeki bütün hayaller. Bütün hayatlar. Yoktu artık hiçbiri. İki nokta kalmıştı geriye. Ve iki noktadan sadece ama sadece sıkıcı bir doğru geçmekteydi...hiçbir hayalin sığamayacağı sıkıcı bir doğru.
************************************************************************************
6 Mayıs 2005 Cuma akşamı, saat 22:00’de, üçgenin en önemli köşesi Pain of Salvation, Taksim Yeni Melek’te mükemmel bir konser verecek.
Üçgenin 2. köşesi bendeniz, tüm ruhum ve hayallerimle orada olacağım.
Üçgenin 3. köşesi mi...bilmiyorum.
* Ölümüne
“Abi bi dinle, süper grup pişman olmazsın vallaha.”
Oldukça muhafazakar bir müzik dinleyicisi olduğu rahatlıkla iddia edilebilirdi. Dinlediği gruplar, sevdiği tarzlar hemen hemen kalıplaşmış gibiydi. Arada bu sert kalıbın çatlaklarından sızan 1-2 değişik isim de olmuyor değildi ama genele vurulduğunda önemsenmeyecek kadar ufak bir rakamdı bu. Muhafazakar olduğundan gerek, bu tarz önerileri çok dikkate almazdı, ama karşısındaki müzik zevkine güvendiği biri olduğu için bu gruba bir şans vermeye karar verdi. Üstelik grubun kalitesi hakkında tek olumlu kelimeler sarfeden arkadaşı da değildi. Bu grubun yakında birçokları tarafından duyulup çok sevileceğine dair iddialar yükseliyordu her dinleyenden. Popüler olan her nesneye bir önyargıyla yaklaşır, bazılarını sırf popüler oldukları için hayatından dışlardı. O yüzden bu iddialar “patlama yapıp birkaç ay sonra unutulacak bir grup daha” düşüncesini oluşturmamış da değildi kafasında...ama...
Denemek istediği her yeni grup gibi bu grubun da önce bir yerlerden kopya CD’sini edinecek, kısa bir deneme süreci sonunda da kararını verip ya CD’yi evin derinliklerine bir yere fırlatacak, ya da grubu “takip edilesi gruplar” listesine ekleyecekti.
Aralık ayının soğuk günlerinin birinde, ender ziyaret ettiği okulundan tembel adımlarla eve dönerken yolunun üzerindeki müzik markete uğradı. İstenen CD hazırda yoksa 1 gün sonrasına kalırdı iş ama o gün çok fazla yüzyüze görüşme fırsatı bulamadığı şans onunla takılmaya karar vermişti. Aradığı CD hazırda vardı ve hemen kendisine sunuldu. Renkli fotokopiyle çoğaltılmış CD kapağı pek bir soluk ve karmaşıktı. Grubun ismi zar zor seçilebiliyordu, kapağın ortasında birbirine dolanmış ve örümcek ağlarıyla sarmalanmış gibi duran iki insan silueti ise çözülmesi imkansız bir bilmeceye benziyordu. Kapağı açtı. CD’nin üstünde ne grubun ismi ne de albümün adı yazıyordu. “İnşallah yanlış CD koymamışlardır.” diye geçirdi içinden. Üstünde herhangi bir belirti olmayan kopya CD’lere hep şüpheyle yaklaşırdı; “acaba istediğimi değil de başka birşey mi verdiler bana?” diye. Paranoyak gölgesi bir an olsun yalnız bırakmıyordu onu. Bu dolambaçlı düşünceleri bir kenara bırakıp, hayatını değiştirmesi düşünülemeyecek kadar gösterişsiz duran CD’yi çantasına attı.
Hoşlandığı gruplardan daha farklı bir düzeyde durduğunu ilk dinleyişte anladı bu yeni grubun. Farklı bir stil, farklı bir kompozisyon, farklı bir ses. Tam da bu farkın gün gelip o gruba sımsıkı bağlanmasını sağlayacağından habersiz keşfetmeye başladı CD’yi. İlk notadan itibaren sizi avucuna alan, “İşte tam aradığım bu” dedirten bir yanı yoktu albümün. Vokalistin başarısından başka dikkatini çeken birşey bulamamıştı CD’nin yarısını dinlemeyi tamamladığında. “Amaaan sen bildiğinden şaşma” diye kendini telkin edip CD’yi kapattıktan sonra, içinde saatlerce kayıp vaziyette dolaşmaktan büyük bir haz aldığı MP3 arşivinin yolunu tuttu. Fakat CD henüz tozlu bir köşeye fırlatılmamıştı.
Birkaç seans sonunda albümle ilgili daha sağlıklı bir görüntü oluşmuştu kafasında. Tahmin ettiği gibi içine girmesi zor bir eserdi bu. Tahmin ediyordu çünkü bu müzik türünün en ayırt edici özelliği buydu. Sabır isteyen, kavranılması ve tadına varılması çok basit olmayan bir türdü. Sırf bu yüzden de “sıkı” dinleyiciler tarafından “entel dantel müziği” olarak adlandırılırdı zaten.
Hiçbir şey için kendini zorlamayacak kadar ölü bir dönemine denk gelmişti, giriş izni vermek için kendisini oldukça uğraştıran bu albüm. Resimlerde ilk bakışta asla görülmeyen, ancak dikkatlice incelendiğinde insanın gözüne çarpan ve o resmi o resim yapan detayların varolması gibi bu albüm de ilk birkaç dinleyişte herhangi bir iz bırakmamıştı kulağında. Fakat ruhu o ilk bakışta görülmeyen detayları yakalamaya başlamıştı çoktan. Müzikal olarak pek zevk vermeseler de, duyduğu melodiler o dönemde azgın dalgalarla boğuşmakta olan ruhunu bir dalgakıran gibi korumaya alıyordu. İlk dinleyişte de anladığı gibi farklıydı bu CD, bu grup...farkın ne olduğunu ise yeni yeni çözüyordu. O güne kadar dinledikleri sadece kulağına hitap ediyordu. Bu grubu dinleyince ise yenilenmiş ve arınmış hissediyordu kendini. Bu yüzden müzik çok hoşuna gitmese de albümü sık sık dinler oldu. Her dinleyişte biraz daha onun bir parçası oluyordu CD. Ya da o her dinleyişte biraz daha CD’nin bir parçası haline geliyordu. Her şarkısında, her melodisinde, her kelimesinde kendini görüyor, kendini dinliyordu adeta. Müzikten çok bir terapi seansı gibiydi o CD ile başbaşa geçirdiği dakikalar. Tam da ihtiyacı olan şey.
Zamanla diğer albümlerini edindi o grubun. Tamamladı hepsini. Zaten topu topu 4 albümlük bir gruptu. Her yeni albümle daha da bağlandı gruba. Anlatmak isteyip hayat veremediği tüm duyguları, tüm düşünceleri ordaydı. Oldukça tedirgin başlayan yolculuğun sonunda o grubun die-hard* bir hayranı olmuştu artık. İyi ki arkadaşının tavsiyesini kulak ardı etmemişti.
Sonra bir gece O çıkageldi. Karşı konulamaz bir rüzgar gibi. Sizi üşüten, sarsan, biraz da sersemleten bir rüzgar. O da aynı grubu seviyordu, sevmekten de öte tapıyordu. Hoşuna gitmişti bu tesadüf. Tabii zamanla bunun sıradan bir tesadüf olmadığını, ikisinin de kişilikleri dolayısıyla kendilerine çizdikleri yolların önce o grupla daha sonra da birbirleriyle kesiştiğini mutlulukla keşfedecekti ama o an için tesadüften öte bir anlam taşımıyordu aynı gruba hayran olmaları.
Gün geçtikçe şiddetlendi karşıdan esen rüzgar. Fakat korkmuyordu ne rüzgardan, ne şiddetten. Çünkü görmüştü; rüzgarın sesi onunkine çok benziyordu. Yazdıkları, söyledikleri, kulağına fısıldadıkları...O’nunla konuşurken düşüncelerini, duygularını, hayallerini tüm çıplaklığıyla bir bir anlatan bir aynanın karşısında hissediyordu kendisini. İlk başta korkmuştu aslında, ruhunda beslediği tüm gizemleri bilen biriyle karşılaşmış olmaktan. Duygularını, hayallerini, zevklerini bildiği gibi kişiliğinin zayıf tuğlalarını da biliyor olmalıydı O. Tüm soruları çözülmüş bir bulmaca gibi hissediyordu kendisini O’nun karşısında. Pek güvende hissetmiyordu bu yüzden. Her an tuğlaları yıkacak bir hamle gelebilirdi karşı taraftan. Ama sonra farketti ki kendi elinde de aynı silah vardı. Ve ikisi de bu silahı tuğlaları yıkmak için değil tam tersine daha da sağlamlaştırmak için kullanıyorlardı.
Çok kısa sürede inanılmayacak derecede yol kat etmişti ilişkileri. Telefonda 2 dakikadan fazla konuştuğunda karnına ağrılar giren, kasılan biriyken onunla saatlerce konuşabiliyordu...hem de her gün. Yetmiyor, sabahlara kadar mesajlaşıyorlardı internette. Ve her mesajda biraz daha sarılıyorlardı birbirlerine.
Muhabbetlerini en güzel anları da o grupla ilgili konuştuklarıydı. Albümler, şarkılar, yorumlar, resimler, klipler, röportajlar. Bitmek bilmeyen bir okyanustu ellerindeki hazine. Ve dilekleri...şansın yüzlerine gülmediği iki insan olarak gerçekleşeceğine çok da inanmadıkları dilekleri...”Ne olur gelsinler, ne olur konser vermeye gelsinler Türkiye’ye!!”.
Artık bir üçgen oluşturmuştu kafasında. Bir köşesinde O, bir köşesinde kendisi, bir köşesinde de o grup vardı bu üçgenin. Mükemmel bir üçgen. Hayatı bu üçgendi artık. O üçgenin dışındaki hiçbir noktanın zerre kadar önemi kalmamıştı gözünde. Tüm hayatını o üçgenin içine sığdırmaya başlamıştı. 5 dakika sonrasını...yarını...haftasonunu...10 yıl sonrasını....50 yıl sonrasını...ölümünü...ve tabii hayatıyla birlikte tüm hayallerini de. Üçgenin alanı (taban*yükseklik)/2 idi ama o bu alana tüm sonsuzluğuyla herşeyini sığdırmayı başarıyordu. Çok sevdiği iki varlığa aynı yakınlıkta bulunmasını sağlıyordu bu üçgen. Çok seviyordu o yüzden bu üçgeni.
Tüm bu yoğunluğun içerisinde aylak aylak otururken, bir gün inanılmaz bir haber okudu bilgisayarın başında. Geliyordu o grup Türkiye’ye. Defalarca okudu haberi baştan sona. Nihayet duaları kabul mu oluyordu yoksa? Evet evet, doğruydu gördükleri. Daha 6 ay vardı konsere ama...geliyorlardı.
Hemen telefona sarıldı. Bu müjdeli haberi vermeliydi O’na derhal. Ama hatırladı, O trendeydi şu an ve muhtemelen o gürültü içerisinde çok tatminkar olmayacaktı telefonda konuşmaları. Oysa bu haberi mümkün olan en büyülü koşullarda iletmeliydi O’na. Vazgeçti aramaktan. Mesaj attı.
“Trenden iner inmez ara beni. 1 dakika bile bekleme. Süper bir haberim var.”
Hemen aradı O.
“Noldu neymiş bu haber?”
Tahmin ettiği gibi gürültü çoktu ve sesi net gelmiyordu karşı taraftan.
“Ya sonra söylerim şimdi duyamıyorum sesini iyi. Görüşürüz.” dedi ve kapattı telefonu.
Beklemeye başladı. Kahrolası trenin hedefine varmasına daha 2 saat vardı. Nasıl bekleyecekti? 2 saat boyunca bu mükemmel sürprizi nasıl tutabilecekti içinde?
5 dakikadan fazla dayanamadı. Korktu...”ya o trenden inene kadar başka birisi arayıp haber verirse” diye. Bu riski göze alamazdı. Bu müjdeyi kendi sesinden duymasını istiyordu O’nun.
Aradı.
“Daha fazla dayanamadım, bir an önce söylemek istiyorum...geliyorlar.”
Bu kadar kısa ve netti söylediği.
Şaşkınlık ve sevinç kokan kesik bir gülümseme geldi karşıdan.
“Nee? Nasıl yani?”
Telefonun öbür ucundaki parçasının heyecanını sesinden okuması, yüzündeki şaşkınlığı hayal etmesi çok kolaydı.
Çok kısaca izah etti tarihi ve yeri. Konuşmadılar fazla...konuşamadılar...konuşacak birşey yoktu çünkü...geliyorlardı. Yetiyordu bu ikisine de.
Kapattı telefonu...ve teşekkür etti Tanrı’ya. Onunla ilk tanıştığı andan beri gerçekleşmesini istediği tek bir şey vardı. Ne onu öpmek, ne onunla sevişmek. O grubu O’nunla beraber izleyebilmekti.
Kafasındaki üçgen çok daha güçlenmişti artık bu beklenmedik haberden sonra. Üçgenin içine koyduğu en büyük hayali gerçek olacaktı. Hayat bulacaktı üçgen en sonunda. Omuz omuza izleyeceklerdi konseri...en önden...ağlaya ağlaya.
Ama çok kısa bir süre sonra gitti O. Ansızın çekti gitti...bir kere bile dönüp bakmadan arkasına. Haklıydı belki gitmekte, belki de yerden göğe kadar haksızdı. Önemi yoktu bunun, gitmişti sonuçta. Bozmuştu o mükemmel üçgeni acımasızca. Yokolmuştu üçgen...ve üçgenin içindeki bütün hayaller. Bütün hayatlar. Yoktu artık hiçbiri. İki nokta kalmıştı geriye. Ve iki noktadan sadece ama sadece sıkıcı bir doğru geçmekteydi...hiçbir hayalin sığamayacağı sıkıcı bir doğru.
************************************************************************************
6 Mayıs 2005 Cuma akşamı, saat 22:00’de, üçgenin en önemli köşesi Pain of Salvation, Taksim Yeni Melek’te mükemmel bir konser verecek.
Üçgenin 2. köşesi bendeniz, tüm ruhum ve hayallerimle orada olacağım.
Üçgenin 3. köşesi mi...bilmiyorum.
* Ölümüne
5 Comments:
ben de gidecegim sanirim. "in your neat triangle, all tangled" durumlari hasil olursa uzaktan müdahil olurum. "aa noki sen de mi buradaydin..." seklinde :)
sor bi bakalım,orda mı olacakmış...
Yok guselim Fatima, öyle tangled mangled durumları olmayacak kesinlikle, uzakta durmana gerek yok. Hem gideceğim sanırım da ne demek, geleceksin tabi POS bu ayol aaaaaa!!!
"i'm a lonesome cowboy" rolleri kesmeyi özellikle konserlerde pek sevmedigim icin accompany bulana dek, "sanirim" demeye devam edecegim yavrujum.
Ben de işte o konseri şöyle kuytu bir köşede "I'm a lonesome cowboy" tadında kendimle başbaşa izlemeyi düşünüyordum...geçen bahsettiğim personal issue buydu...ama sırf "yalnız kalıcam" diye bu konseri kaçırmana da izin veremem yani..."2 lonesome cowboys" olarak izleyebiliriz konseri biz de.
Post a Comment
<< Home